Sanat birçok farklı şekilde icra edilse de bedenin dahil olmadığı sanat yok. Müzik, dans, heykel, şiir… Ben sanat damarını danstan yana kabartanlardanım, benim şansım tango. Aslına bakarsanız Tango yüzyıllardır süregelen, ataları capoeiradan gelmiş ve sosyal Latin dansların adeta annesi olmuş bir dans. Herkesin duyduğu üzere ‘aşkın ve tutkunun dansı’ değil kanımca. Bana beylik sözler gibi gelir hep bunlar. Aksine güvenin dansı tango; bilmediğin, görmediğin bir noktaya adım atarken karşındaki leader kim ise ona sarılıp dans edersin. Dansta enerji dediğimiz bir kavram olur, bu yönlendiren kişinin yansıttığı ve enerjiyi alanın harekete dönüştürdüğüdür. Dansın cinsiyeti olmaz, her ne kadar leader erkek follower kadın dense de ilk başta tango erkek erkeğe başlamıştır. Müziğini eşsiz kılan bandaneon denen inanılmaz enstrümandır, dinleyenin büyüsüne kapıldığı melodiler ondan çıkar. Benim dansa başlama öyküm de buradan geliyor… Müziğinin içime işlediği, izlerken muazzam bulunca tanıştım okulumla. İlk öğrendiğim şey tangonun düşünüldüğü gibi karmaşık değil, dört adımdan ibaret olduğuydu. Ama ne dört adım… Süslemeleri, müziğe entegre oluşu, enerjinin gelişi, duruş, tutuş derken aradan üç yıl geçti ama öğrendim ki dans öğrendim bitti bir şey değil; ucu bucağı yok. Her adımdan bambaşka adımlar çıkıyor, her dansçı sanatını başka icra ediyor. Ve fark ettim ki çoğu insan hayatta nasılsa, dansta da öyle oluyor. Kendini tanımak isteyen her insanın, önce bir adım atması gerektiğine inanıyorum. Tango da bunun için çok iyi bir fırsat…